Ne diyor karşısındaki adam cevaben? Gerçekten söyleyecek sözleri ne olabilir?
Zorluk=Şükür
Herhangi bir konudan sohbet ediyoruz bir yandan yemek yerken. Konu dönüp dolaşıp acılara, soykırıma, imtihanlara, zorluklara geliyor.
Bir ayet okudum diyor ve bugüne kadar fiziksel olarak nefesimi kesen cümlelerden birini duyuyorum:
Her zaman seçeneği olduğundan bahsedilen Beled Suresi’nde insana gidebileceği yollarından bahsedilir. Zahmetsiz olmayacağını anlatmak içinse şu ana kadar meali beynimde depremler oluşturan ibareyi kullanır: “Göğsünü yokuşa verenlerden olmadı, şükürsüz kaldı.” Nasipsiz yani. Tıpkı şu hatırlatılan kavim gibi.
Yine yozlaşmış bir şehirdeyiz. Hannah Arendt’in deyimiyle, yöneticilerin, daha doğrusu kendileri için hep fazlasını isteyenlerin daha rahat olması için halkı da yozlaştırdığı ve suç ortağı yaptığı bir yerde.
Bu şehre tam üç(rakamla 3!) tane uyarıcı gönderildiği yazıyor. Kelimeleri adaletsizlik ve zulüm olarak yazdığımda basmakalıp düşünceler oluşmasın diye açıkça yazmak geliyor içimden: Yalan söylenilen, çıkar için yaşanılan, en fenası bunlara göz yumulan ve herkes yaparken ben geri durup da kaybedenlerden mi olayım denilen zamanlar işte. Kurnazlığın zeka zannedildiği bir başka dönem.
İşte üç uyarıcı bir şehir halkını uyarmaya çalışırken olmadık laflar duyuyorlar. Kimse dediklerini umursamıyor…
Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geliyor. Duymuş doğruyu. Doğru. Olanı. Duymuş. Tereddüt. Etmemiş. Harekete. Geçmekte.
“Ey Kavmim!” diyor, “Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir” 36/21
Yıllar önce kendi hakikatimden kaçtığımda kurduğum cümleleri hatırlatıyor bu halleri. Sonra da”Dediklerim doğru, reddetmeye devam edersen artık sana doğruları söyleyecek birini bulamayacaksın diye korkuyorum!” dediğini bir arkadaşımın o zamanlarda. Bu cümle nasıl da ağır gelmişti kaçan biri olarak bana.
Bir sonraki ayette ona “Cennetime gir” deniliyor. E noldu? Sahne neden koptu?
O kavme ağır gelmemiş uyaranı gözden çıkarmak. Öldürüyorlar o adamı.
İnsan kendinden kaçtıkça ölümden bahsetmemeye başlıyordu belli ki. Yoksa mezarlıklar nasıl bu kadar yaşam alanının dışında kalsın ki? Nasıl apartmanlarda yaşıyoruz ki ölümüzü çıkartacak tabutlar sığamasın koridorlara.
Baştaki film sahnesine ve soruma dönecek olursam. Ne cevap verdiği o kadar hiç önemli değil ki. Arkasından koşup ona duyması acı da olsa gerçeklerini söylemeye çalışan bir arkadaşı var. Tepki alma olasılığı çok yüksek de olsa “Hadi seni sıradanlıktan kurtaralım” ile başlayıp acı gerçeklerine dikkat çekiyor.
İşte bu! Cevap bu! Sıradanlıktan kurtulmamın yani özgün olmamın yolu acıdan geçiyor. Bir de bana göre en özgün olan deneyimi düşünmekten. Yani ölümü.
Ölüm düşüncesinin olabilecek her şeye sabır ve her ana şükür kattığına inandığımdan bu yana daha az korkuyorum. Kaybetmekten, savaşmaktan ve en güzeli de vazgeçmekten… Tamamen bana özgü kayıplarım, bana özgü hayal kırıklıklarım ve baş etme yöntemlerim büyüyor.
Neydi? “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu; ama ben de size diz çökmedim. Bu da size dert olsun” diyen adamı daha iyi anlıyorum.
Aklımızın almadığı olayların yaşandığı bir çağda, çok sevdiğim Muammer Bilgiç’in bir benzetmesi var: Haksızlığa susan dilsiz şeytan, uzaktaki haksızlıkta ayağa kalkıp yanındakine susan ise hipermetrop dilsiz şeytan.
Daha iyi anlıyorum neden ayette “Cahiller size laf attığında ‘selam’ deyip geçin” denildiğini. Gündem etmeyin, cevap aramayın, yolunuza devam edin!
Aksi halde onlara benzeme oranımız yükseliyorsa demek.
Ya boykot edeceğim ürünler gibi tavırların da sonu gelmezse de özümden bir şey kalmayacak kadar kendime yabancı kalırsam? Peşimden koşup “Seni yeniden canlandıralım!” diyenleri duyamazsam?
Daha kötüsü ya onları karşıma alırsam? “Zalim bizdense ben bizden değilim” diyemezsem öleceğimi unutup? Zalimi sadece tankların üzerindeki siyonistler zannedersem de küçük hesaplarına büyük dünyalar uman insanları hoş görürsem-Allah korusun!
Ölüp ölmeyeceğim değil ki mesele. Elbette öleceğim- çok şükür!
Peki kimlerle dirileceğim?
Bir Adım Daha
Hayao Miyazaki’nin dünyalarından birinde, Yerdeniz Öyküleri’nde ömrümüzde en az bir kere içinde boğulduğumuz o diyalog şöyle geçiyor:


Bu cevabı burada bırakmayıp bir adım daha öteye taşıdığı için ölüm gecesine “Düğün Gecem” demiş olabilir mi Mevlana? Çok meşhur ve varlıklı bir adam iken birden Şems’i ile hiç olmayı yani hakikati içinde kaybolmayı göze almış birinden hala bahsediyor olmamız sıradanlığı kırıp özgün olması olabilir mi? 🙂
Peki ne olacak?
Dr. Gabor Mate bağımlılık üzerine uzun yıllardır çalışan bir araştırmacı. Daha da önemli özelliği ise bir zamanlar siyonist olup yanlışını görüp nereden taraf olması gerektiğini bilen özgün bir araştırmacı.
Travmanın Bilgeliği belgeselinde görüştüğü herhangi bir bağımlılıktan muzdarip olan kişilerin ortak özelliğinin “Bir hayalim yok/yoktu” olduğunu görüyorsunuz. Çünkü bağımlılık benlikten kopmaya çalışmanın bir sonucu. O benlikte var olan acıdan daha doğrusu.
Oysa benliğe sahip olmanın yani özgün olmanın en büyük işareti hayal kurmak bana göre. Tabii dua etmenin de. Nasıl ve ne zaman öleceğini bilemesen de kiminle ve nerede dirileceğine dair bir mücadele içinde olmak bu sayede.
Hani kavmi, “Doğruya inanın” diyen adamı öldürmüştü ya, “Cennetime gir!” denildikten sonra bile, kendisi sonsuzlukta kurtulduktan sonra bile hala “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” diyordu. Hakikate sahip olan, kendinde tutmak istemez çünkü. Böyle bir mücadele.

O zaman Beled Suresi’nden bir başka ibareyle bitirelim.
“Sen sarp yokuşun ne olduğunu nereden bileceksin?” O kölelikten kurtulmaktır, dahası kurtarmaktır!
O, fısıltıyla çığlık atacağım tek kelimedir:
Zihnim için, bilincim için, kelimelerim için, tarih algım için, düğün gecem için, yanında durduğum/duracağım her taraf için:
Fekku Ragabe!