kevser çelik

Yazıyorum öyleyse harika!


Burası Neresi?

Yazdığım, konuştuğum her şeyin kayıt altına alındığına inanan bir insan olarak bu ağırlığı nasıl hafifletebilirim?

Sürekli aklımda dönen bir soru. Yaptığım, yapmadığım, sustuğum, durmaksızın konuştuğum, gördüğüm, yüzümü çevirdiğim her anın, bitmeyen bir akışın içinde dalgalandığını ve başka sulara karıştığını hissediyorum. Aynı şekilde başka dalgalar da benim kıyılarımda.

İz bırakmak var oluşunu anlamlandırmanın bir yolu ise de ne kadar yer kaplıyor ki bizde?

Peki tüm bunların bu fotoğrafla ne ilgisi var?

Hz. Davud(a.s.), Caravaggio ve Ben

Sapan.

Bir sahneyi düşünüyorum. Bir savaşın tam ortasındayım. Kur’an’da adı Calut, Eski Ahit’te Golyat olarak anılan bir dev. Milattan önce 1000’li yıllardayız. Kudüs topraklarında. Askerler, komutanları Talut’un emrinde, topraklarını korumaya çalışıyor ama kimse Golyat’ın karşısına çıkmaya cesaret edemiyor. Sonra hiç umulmayan biri öne çıkıyor. Mavi gözlü, zayıf, daha 18inde bir genç çıkıyor karşısına Golyat’ın. Daha sonra hem hükümdar hem de peygamber olacak olan Hz. Davud.

Cüssesine aldırmıyor. Elinde sapanıyla dikkatlice adımlarını takip ediyor. “Onu bana yaklaştırın!” diyor Golyat, karşısına çıkan rakibine bakarak kendisiyle alay edildiğini düşünüyor. Hz. Davud etrafını dolaşıyor, sapanını sallıyor. Tam isabet! Attığı taş iki kaşının ortasında patlayıveriyor ve oracıkta yere yıkılıyor günlerdir Talut’un ordusuna korku salan dev.

Bu hikaye beni neden bu kadar etkiliyor?

“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir”.

el-Bakara(2/249)

Bir sorumluluğu olduğunun farkında, üzerine gitmek zorunda olduğunun da. Asıl güzellik ise oyunu kendi kurallarıyla oynaması. Sahip olduğu her ne ise onunla en iyisini yapmak için. Kimlere nasıl bir miras bıraktığının farkında mı? Kim bilir.

Zor bir hayatımız var. Her birimizin düşündüğü, çabaladığı, düştüğü yerden kalkmaya çalıştığı, sonra tekrar düştüğü, mütemadiyen düşeyazdığı, yürürken dikenlerden sakınmak için sürekli gözünü açık tuttuğu bir yol burası.

Fırça.

Caravaggio, İtalya’nın 17. yüzyılında Barok sanatını inşa eden sanatçı. Işığı öyle bir kullanıyor ki resim birazdan canlanacak gibi duruyor. Hayatını kiliseye resim satarak kazanan zamanının birçok sanatçısı gibi, Caravaggio da Eski Ahit’te anlatılan olayları resmediyor. Tek bir farkla ki onun resimlerinde, hikayenin kahramanlarının insani yönlerini görüyorsunuz. Tabiri caizse gökyüzünden yere indiriyor insanları. Bu nedenle de zamanının otoriteleri olan kilise ve yöneticilerle arası hep kötü. Yetmezmiş gibi hırçınlığı ve kavgacı kişiliğiyle düşman edinme konusunda da renkleri kullanmaktaki kadar mahir.

Yıllar sonra yine Eski Ahit’ten bir hikayeyi resmediyor. Gencecik Davud (a.s.) kocaman Golyat’ı yenmiş. Mutlak bir zafere sahip. Ancak üzgün bir ifadesi var, acıyarak bakıyor Golyat’a. Elindeki kılıçta yazan yazıda Caravaggio’nun dönüp kendi gençliğine seslenişini duyuyorum: “Alçakgönüllülük kibiri yener.” Kendinden özrünü ve belki tevbesini Hz. Davud’un kendisinde bıraktığı iz ile açıklamaya çalışıyor.

Kalp ile inkılap kelimesi aynı kökten derler ya, değişen halden hale giren- işte hayatta da böyle oluyor, bir iplik iğneye geçiyor ve sen ışıl ışıl oluyorsun.

Nakış.

Geliyoruz 2020 yılına. Çamlıca’da çok güzel bir sabah. Birden çantasından bir kutu çıkartıyor. İçinden nakış nakış işlenmiş, fotoğrafta görünen tablo çıkıyor. O kadar emek etmiş ki; kumaşıyla uğraşmış, bazı yerleri dikmiş, bazı yerleri boyamış. Boya tutmamış, komple beyaza boyayıp sonra tekrar başlamış. Bir ara vazgeçmiş. Bende oluşturduğu hissi unutmamış, görenlere önce her ne kadar biraz tuhaf gelse de hikayesini her anlattığımda farklı gözle bakılan bir sanat ortaya çıkarmış.

Bu olaydan bir hafta sonra hepimiz salgın nedeniyle evlere kapandığımızda benim için sevgi bağını hissettiren en özel anılardan biri oldu. Yaptıklarımızın hiç ummadığımız yerlerde yankı bulduğunu bilmeden eyliyoruz/kılıyoruz/yapıyoruz. Oysa dalga dalga hissettiğimiz bir bütün içindeyiz.

Bu üç olayı da göz önüne alarak baştaki soruma dönmek istiyorum: Her anımdan sorumlu olmanın verdiği ağırlığı nasıl hafifletirim?

  • Güçlü bir inanç sistemi diyor ilk hikaye. Karşımdaki devlerden nutkum da tutulsa kendimden aşkın bir sistemin sahibi olmaya çalışmak. Yıkılsa da hep yapmanın derdinde olmak. Yazması pek kolay, anlaması pek zor, yaşaması ise hep düşmelerin ve kalkmaların toplamı.
  • Kaçmanın bir faydası yok. Her ne zaman düşsem de yılların yılları geçmesini bekleyip en sonunda yolun sadece geriye bakılabileceği kısma gelmeden, farketmeksizin kendimi olduğum gibi kabul edebilmek.
  • Sonunda ise harcadığın emeğin muhakkak bir noktada başkalarını da etkilediğinin bilinciyle, hayatı birlikte güzel yaşamanın derdinde olmak. Bir kumaş, bir iplikle hayatı başkasına da anlamlı kılmak.

Güzel cümlelerin birbirini bulacağını, güzelin güzellikle anlatılacağını keşfetmek niyetim. Her bir cümlesine umut katmak ve en önemlisi kendi sesimi bulmak olsun çabam diye. Baktığım yerin kıymetli olduğunu, gördüğüm ne olursa olsun izi kalanın güzel olduğunu duyurmak için.

Peki nasıl?Sapanım yok, fırçam yok, nakış…şüpheli 🙂

Burası neresi? Her satırında sorumluluğumla beraber umudu da okumaya çalıştığım evren içre evren. Burası onlardan birisi. Ve benim harflerim var.

By:


Yorum bırakın